SEYAHATLERDEN KISA HİKÂYELER – 1

1-    Tayland


Khosan caddesindeki geceden.
Çılgın gece hayatıyla meşhur Tayland’ın başkenti Bangkok’ta her gece olduğu gibi son gecemde de sokaklardaydım. Sabaha karşı mekanlar kapanınca da kalabalık bir ekip sokağın ortasında müzik setini kurup günün ilk ışıklarına kadar çılgınca eğlendik. Bir ara polis gelip kalabalığı dağıtmak istediyse de nafile... Turist olmamızın da etkisiyle pek rahatsız etmedi. Ertesi gün trenle ülkenin başka bir ucuna giderken tanıştığımız bir Fransız çocuk bize önceki gün sokakta katıldığı partiyi anlatıp, videolar gösteriyordu. Asıl garip olansa çektiği videoda kendimi gösterdiğimdeki şaşkınlığıydı. Aslında birkaç saat önce başka bir şehirde beraber eğlenmiştik ama ikimiz de hatırlamıyorduk.


Hatırlamadığım insanlarla hatırlamadığım bir fotoğraf. Görüntünün bulanıklığına bakılırsa
makinanın karşısındakiler kadar makinanın arkasındaki kişi de pek kendinde değilmiş.
(Omuzunda beyaz tişört asılı olan benim)

2-    Macaristan

Bazı ülkelerde metroya binerken turnikeden geçilmiyor. Biletinizi alıyorsunuz ve kontrol olursa görevliye gösteriyorsunuz. Dolayısıyla görevliye denk gelmediğiniz sürece bedavadan ulaşım mümkün. Macaristan’daki bütün kalış sürem boyunca bilet almıştım ama bir kere bile kontrole denk gelmemiştim. Son günümde de Budapeşte’deki tarihi Türk Hamamına gitmek için acele ediyordum ve o aceleyle bilet almadım. Ne de olsa hiç kontrol olmuyordu.

Budapeşte’de bir kere metroya bilet almadan bindim, onda da ceza yedim. İşin kötüsü geç kaldığım için o meşhur hamama da giremedim.

3-    İngiltere

12 Yaşında İngiltere’de gittiğim dil okulunda aile yanında kalıyordum. Aile’yi ziyarete 80 yaşlarındaki ananeleri geldiğinde bende alışkanlığın verdiği saygıyla yaşlı kadının elini öpüp alnıma koydum. Herkes şaştı. Zira İngiltere’de büyüklerin elini öpme gibi bir gelenek yok. Bense 12 yaşında yurtdışına ilk kez yurtdışına çıkan ve kültür farklılığı hakkında bilgisi olmayan bir çocuk olarak onların anlam verememesine, anlam verememiştim.


4-    Singapur

Dünyanın en temiz ve kuralcı ülkesi olarak bilinir Singapur. Yere çöp atmanın veya tükürmenin cezası binlerce dolardan başlar. Hatta sakızlar yere atılıyor diye, ülkede sakız bile satılmaz. Singapur sokaklarını tahmin ettiğim gibi bal dök yala kıvamında bulmuştum ama kaldığım Hint Mahallesinde manzara tamamen farklıydı. Şaşırtıcı bir şekilde Hint Mahallesinde hiçbir kural işlemiyordu, pislik içindeki bu bölgenin o tertemiz şehrin bir parçası olduğuna görmüş olmama rağmen hala inanamıyorum.


Efe TANAY

BEDEN DİLİ (İTALYA)

Almanya’da tanışıp Hollanda'yı beraber gezdiğim iki İtalyan kız arkadaşım beni İtalya'ya davet etmişlerdi. İlk kez İtalya'ya gidiyordum. İlk günümde de, 10 kişilik kalabalık ailenin bir araya geldiği bir akşam yemeği tertip edildi. Evin ananesi bir İtalyan klasiği olan lazanya pişirmiş, kaliteli kırmızı şaraplar açılmış, tam bir sanat eseri gibi sofra donatılmıştı. İnanılmaz neşeli bir ortam, gülüşmeler ve esprilerle dolu samimi bir anda, heyecanla beklenen lazanya da fırından çıkınca her şey tamamlandı.

İlk dilim de misafir olmam dolayısıyla tabi ki bana verildi.

Lazanya yalnızca İtalyan mutfağının mükemmel bir lezzeti değil aynı zamanda ananenin de spesiyaliydi ve ilk lokmayı ağzıma atmamla bir anda 10 kişilik o kalabalık masa pür dikkat bana kilitlendi. Herkes tepkimi bekliyordu ama kokusu, görüntüsü bile insanın ağzını sulandıran fırından yeni çıkmış bir lazanya ki, usta bir elden, tam da yemeğin doğduğu topraklarda… Yani mükemmel olmama ihtimali, İngiltere’ye bir yıl boyunca yağmur yağmama ihtimalinden bile daha düşük.

Tadını hala unutamadığım o süper ötesi lazanyayı çiğnerken, bana merakla bakan o 10 çift gözü daha da merakta bırakmamak adına, ağzımdaki lokmayı yutmadan beden dilimle “çok güzel” demeye çalışmıştım, işte ne olduysa tamda o anda oldu.


Türkiye’de beden diliyle güzel demek için avuç içinizi yukarı çevirip parmaklarınızı da birleştirerek yukarı aşağı hareket ettirirsiniz. Türkiye’de “Güzel” anlamına gelen bu hareket İtalya’da ise oldukça kötü bir manaya sahiptir. “Ne halt ediyorsun?”, “Neden bahsediyorsun?” gibi anlamlara gelen bu hareketi işte tam da lazanyayı çiğnerken, inanılmaz misafirperver bu aileye karşı yapmıştım.

Eğer biri benden sessizliğin tanımını yapmamı istese, işte tam bu anı tarif ederim. Zira ananenin neye uğradığını şaşırmmış o bakışını hala aklımdan çıkartamıyorum.

Her ne kadar hemen yanlış anlaşılmayı anlayıp, büyük bir çabayla izah etmeye çalışsam da, o hareketi yapmam ve İtalya’da o hareketin tamamen farklı bir anlama geldiğini hatırlamam arasında geçen o 5 saniyelik süre içerisinde ortam sanki bir anda 50 derece soğuyuvermişti.


Sonradan uzun izahlar ve bitmek bilmeyen gülümsememle kendimi affettirmiştim. Hatta ve hatta lazanyadan bir tabak daha yediğimde, şüpheye bile yer bırakmamıştım. Ama işte o 5 saniye yok mu… 

Efe TANAY

KÜBA’DA DEVRİM

Avrupa dışına çıktığım ilk ülkeydi Küba, 19 yaşındaydım. Kültürünü ve tarihini en çok öğrenmek istediğim ülkelerin başında geldiği için gitmeden önce Ernesto Che Guavera ve Fidel Castro’nun hayatını okumuştum. Tarihi bir öneme sahip Küba Devrimini ve Küba' tarihini anlamak için çok zaman harcamıştım. Bu kendisi küçük ama etkisi büyük ülkenin neden "karayiplerin incisi" olarak anıldığını anlamak için ise ziyaret etmem gerekmişti.


İyi İngilizce bilen taksicimle kısa sürede samimi olduktan sonra ikimiz için de çok karlı bir anlaşma yaptık. O güzel bir bahşiş, ben de çok özel bilgiler edinecektim. Beni başkent Havana’nın en önemli tarihi noktalarından, Fidel’in devrim sonrası büyük konuşmasını yaparken beyaz bir güvercinin gelip omzuna konduğu meşhur devrim meydanına, sürgün edildiği Meksika’dan 81 kişiyle Küba’ya geri geldiği Granma (Büyükanne) adlı yatın sergilendiği devrim müzesine ve şehirde Che’ye dair her yeri bütün hikâyeleriyle anlatarak gezdirdi. 

Bir yeri çok araştırarak gittiğinizde sanki buraları uzun zamandır biliyormuş gibi hissediyorsunuz. İşte Küba hakkındaki düşüncem aynen bu şekildeydi.

Fidel Castro’dan önceki Küba lideri Batista’nın aldığı rüşvetler, yaptığı yolsuzluklar ayyuka çıkmış, halkın büyük bir kısmının sağlık ve eğitim hizmetinden yoksun ve aç bir şekilde yaşadığı bir dönemde 26 Eylül hareki olarak adlandırılan bir hareketle Fidel yönetime başarısız bir müdahalede bulunur ve yakalanır. Gerçi Fidel öncesi dönemi konu alan Hollywood filmleri Küba'yı hep şaşalı ve elit gösterir ama Fidel Castro'nun karşı çıktığı da işte bu adaletsizliktir. Çünkü gerçekten de inanılmaz derecede lüks yaşayan ufak bir kesim vardır. Castro'nun amacı, Batista’yı devirmek ve daha eşitlikçi bir düzen sağlamaktır ama başarısız olur. Batista, Fidel’in yargılanışını televizyondan yayınlayarak onu hapse düşmüş bir aciz gibi göstermek ister. Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz. Aslen avukat olan Fidel Castro, mahkemede mükemmel bir savunma yapar ve destekçileri azalmak yerine artar. Bu yargılama ulusal bir ün kazandırır Fidel Castro'ya. 

Dava sonucu mahkum edilen Fidel’i artık halk çok fazla desteklemektedir ve Batista bir süre sonra buna karşı gelemeyerek, Fidel’i ve onlarca destekçisini Meksika’ya sürgüne gönderir. Aslen Arjantinli olan ve asıl mesleği doktorluk olan Ernesto Guevara ile de burada tanışırlar. Ernesto “Che” ismini sonradan alır. “Che” Arjantin’de “dostum, kardeşim” tarzı bir hitaptır aslında ve Ernesto da bu hitabı çok kullandığı için Fidel ve Kübalı diğer arkadaşları ona Che adını takarlar.

Fidel ve Che - Bugün dahi Arjantin'de birçok insan birbirine Che diye hitap etmektedir.

Fidel Meksika’dan Küba’ya bir çıkartma planlamaktadır ve Che’ye kendileriyle gelmesini teklif eder. Che, sömürgeci düzene ve ezilen halkların yoksulluğuna motorsikletiyle çıktığı Latin Amerika turunda şahit olmuş ve aslında hayatı boyunca böyle bir fırsat beklemektedir. Che, Fidel’in ekibine dahil olur fakat bir şartı vardır, devrim Küba’da başarıya ulaştıktan sonra Fidel, Che’yi diğer ülkelerde de devrim yapabilmesi için destekleyecektir.

İşte bu ekip şuan Havana Devrim Müzesi’nde sergilenen Granma adlı yatla Küba’ya varır. Ve müzeyi gezerken böylesine önemli bir hikâyeyi bilerek sergilenenlere baktığınızda, bakmak ve görmek arasındaki farkı daha iyi anlıyorsunuz. 

Yatın o dönem ki fotoğrafı.
Devamında, Küba devrimi başarıyla sonuçlanır fakat kapitalist düzenin savunucuları bundan pek de hoşnut olmazlar. Devrim daha tam olarak yerleşmemişken, Küba’ya, CIA’in desteklediğini kabul ettiği domuz körfezi harekatı başlatılır. Başarısız olan bu harekatla ilgili Che, Amerikalı üst düzey diplomatlara Birleşmiş Milletler Toplantısı için gittiği New York’ta teşekkür edecektir. Çünkü Küba Amerika'nın harekatını bertaraf eder ve Küba devrimi daha da sağlamlaşır. Artık Che, Fidel ile anlaştığı gibi yoluna devam edip eşitlikçi düzeni bütün dünyaya yayabileceğine inanmaktadır fakat artık her adımında arkasında olan CIA’i alt etmesi gerekecektir. 

İlk olarak Afrika’ya, çok fakir durumdaki Kongo’ya gider. Kongo Ulusal Ordusuyla işbirliği içinde olan CIA de izini sürmektedir ve devrim girişiminden sonuç alamaz. Kısa süre sonra ise Bolivya’da bir başka devrim mücadelesi içerisindeyken yakalanır. Sorgulayanlardan Felix Rodriguez’in Bolivya aksanıyla İspanyolca konuşmadığını anlayan Che kendisine nereli olduğunu sorduğunda, Rodriguez, CIA mensubu olduğunu belirtir ve Che, Rodriguez ile bir daha konuşmayı kabul etmez.

Bolivyalı asker Jaime Nino de Guzman, Che’nin yakalandığında bacağının arkasından vurulmuş olduğunu ve durumunun perişan bir halde olduğunu belirtmiştir. Guzman, Che’nin kötü durumdaki haline rağmen konuşurken başını dik tuttuğunu ve herkesin gözünün içine baktığını söyler daha sonra ki ifadelerinde. Che gözaltındayken, yakın köydeki okul öğretmeniyle görüşmek istediğini belirtir ve 22 yaşındaki Julia Cortez ile kısa bir diyalog yaşar. Che, yıkık dökük haldeki okulu göstererek, çocukların bu kötü şartlarda eğitim görmesinin beklenemeyeceğini ama hükümet görevlilerinin Mercedes arabalarında olduklarını, söyler ve “İşte biz bunun için mücadele ediyorduk” der, bir saat sonra vurulma emrinin verileceğinden habersiz olarak.

Che’yi vurulma emri Mario Teran adındaki Bolivya’lı askere verilir. Teran elinde silahla içeri girdiğinde vurulacağını anlayan Che ayağa kalkıp şu son sözleri söyler; “Beni öldürmek zorunda olduğunu biliyorum. Ateş et. Durma, korkak! Yalnızca bir adamı öldüreceksin”. Bocalayan Teran Che’yi ölümcül olmayacak şekilde birkaç kez vurup yere düşmesini sağlar ve daha sonra yaklaşıp tekrar tekrar göğsünden vurur. (Bu şekilde vurmasının ise çatışmada vurulduğu izlenimi vermek istedikleri için olduğu sonradan ortaya çıkar)

Ernesto Che Guevara'nın Küba'nın  Santa Clara Şehrin'deki mozalesi.

1959 devriminden beri Komünist rejimle yönetilen Küba yıllar içerisinde sıkı ambargolarla ve politik zorluklarla mücadele ederken fakirleşmiş olmasına rağmen herkese ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti sağlanmaktadır. Bütün bu ekonomik zorluklara rağmen dünyada en yüksek okuryazar oranı Küba'dadır ve ülke tıpta da çok öncü bir pozisyona sahiptir. Gelişmiş olarak kabul ettiğimiz kapitalist ülkeler evsiz insanlarla doluyken, Küba’da evsiz kalan insanlara devlet yardım etmektedir. Ülkenin ifade özgürlüğü başta olmak üzere farklı problemleri vardır ancak bu problemlerine rağmen insanların mutlu olduğu fakat dayatılan kapitalist sistemi kabul etmediği içinse dünyadan izole edilmiş bir şekilde yıllar geçirmiştir. Benim gözümde ise dünyanın en ilginç ülkeleri arasında yer alıyor Karayiplerin bu güzel incisi.



Efe TANAY

SİZİ MUTSUZ EDEN "ÇOK SEÇENEK SAHİBİ OLMAK" MI YOKSA?

Ne kadar fazla seçeneğe sahip isek o kadar huzurlu bir tercih yapacağımızı düşünürüz ancak araştırmalar tam tersini söylemektedir. Çok seçeneğe sahip insanların mutsuz olduğunu ispatlayan birçok araştırma vardır. Hatta bu araştırmalardan bazıları, hiç seçenek sunulmayan insanların, bol seçenek sahibi olan insanlardan daha hoşnut bir şekilde işlerini yaptığını göstermiştir. İşte hayat da tıpkı bu araştırmalardaki gibi seçenekler yüzünden oluşan huzursuzluklarla doludur bazen.

Başka bir iş bulabilme umuduyla istifa edersiniz, başka bir sevgili bulurum diyerek ilişkinizi bitirirsiniz ama ya, size uygun tek bir iş olsa veya da sevgiliniz olabilecek tek bir kişi olsa, o zaman da ayrılmak isteyeceğinizi düşünüyor musunuz?

Türkiye’de boşanma davalarının %80’ine gerekçe olarak şiddetli geçimsizlik maddesi öne sürülmekte. Peki, her iki tarafın da birbirlerinden başka bir şansı olmasa şuan ki kadar geçimsizlik olur mu sanıyorsunuz?

Katıldığım bir konferansta bir iş adamı insanların geçimsizliği yüzünden, ortak bulmakta zorlandıklarını söylemişti. İnsanların başka bir iş yapabilme şansları olmasa muhakkak ki bir şekilde orta yol bulmaya çalışacaklardır, hatalı olanlar hatalarını düzeltmek için çabalayacak, yanlışlar biraz daha tolere edilir hale gelecektir. Tahammül edilmez birinin bile bu mecburiyetten dolayı çok daha uyumlu bir kişiye dönüşeceği gerçeği kaçınılmaz. Seçenekler azalınca 'uyum' da kaçınılmaz olacaktır.

Zira herkes daha iyisine ulaşabilme maksadıyla mevcut olandan vazgeçer. Ya peki daha iyisi olmasaydı? Kötü bir durumla sonuçlanacağı aşikar olsa insanlar mevcut olandan vazgeçmeyecektir. Bazen daha iyiye ulaşma istediğidir sizi içten içe mutsuz eden. Bazen daha fazla para kazanan komşunuzdur yeni bir iş bakmanıza sebep olan, bazen etraftaki güzellerdir ilişkinizi bozan, kimi zaman da bunların yalnızca hayalidir. Ancak siz yalnızca geleceği düşündüğünüzde, şuan ki mutluluklarınız bile mutsuzluk sebebine dönüşebilir. Yani bol seçenekli dünyanın daha cazip teklifleridir siz farkında olmadan sizi huzursuz eden. 

Çok fazla seçenek çok az zaman.

Angelina Jolie’nin bir dönem çok bakımsız ve sevgisiz olmasından dolayı Brad Pitt kendini mutsuz hissetmiş ama daha sonra “Ben yeryüzündeki en güzel kadınla birlikteyim” diyerek ilişkisini sonlandırmaktansa onu düzeltme yoluna gittiğini ve başarılı da olduğunu anlatmış. Belki de mücadele etmesinin sebebi “en güzel kadınla” birlikte olduğunu düşünmesidir. Yani daha iyi bir seçenek yok ise insanlar kendilerini zorlama yoluna gitmeyi kabul edebilirler. Zira kerkesin sevdiği kendine en güzeldir, önemli olan bütün bu "bol seçenek ve çeldiricilik dolayısıyla mutsuzluk" döngüsünün farkında olmaktır.

Yoksa kimse daha kötüsü için mevcut olandan vazgeçmez.

“Çok kötü bir iş buldum, maaşı da inanılmaz az, bu işten ayrılıyorum hemen” diyen biri olamayacağı gibi “Dün markette hayatımda gördüğüm en pis kızla tanıştım, bir insan bu kadar mı sevimsiz olur, avukata vekâlet verdim, karımdan boşanıp o kızla evleneceğim” diyen birini de bulmak mümkün değil.



Eğer hayatınızdaki huzursuzlukların tatminsizlikten, doyumsuzluktan ve her zaman daha iyisini isteme hırsından kaynaklandığını düşünmüyorsanız bir de hiçbir seçeneği olmayan küçük kasabalarda, ufak köylerde yaşayan insanların hayatına ve evliliklerine göz atın. Kapitalizmin bolluğunda büyümemiş eskilerin neşeli hayatlarına ve azla ne kadar mutlu yaşamış olduklarına bakın.


Efe TANAY

İSVEÇ

Macaristan ve Danimarka’yı gezdikten sonra geç bir saatte varmıştım İsveç’e. Yorgundum ama Stockholm'ün gece hayatını görmek için tabi ki ertesi günü beklemeyecektim ve meşhur Göt Caddesi’ne gittim.

Gatan İsveççe cadde demektir.
Stockholm'ün barlarıyla meşhur Göt Caddesi.

Akşam yemeğimi, İskandinav ülkelerinde yaygın olan geyik etinden bir sandviçle geçiştirdim. Pek dolaşmadan bulduğum ilk büyük bara girip biramdan yudumlarken süper güzel iki İsveçli kızla samimi olmuştum. Eğleniyorduk ve benimle de baya ilgili gibiydiler ya da ben öyle düşünüyordum ta ki, kızların birbirleriyle öpüşmeye başladığı ana kadar.

Aslında sonradan öğrenmiştim ki, İsveç’te kızların dudaktan dudağa öpüşmesi normal bir şeydi. Hatta sonradan tanıştığım İsveçli bir çocuk, “kızların bunu sadece erkekleri tahrik etmek için yaptığını düşünüyorum” demişti. Yani bazı kızlar samimi kız arkadaşlarıyla uzun uzun öpüşmelerine rağmen aslında erkeklerden hoşlanıyorlardı. Tabi ki lezbiyenler de vardı ama kız kıza dudaktan dudağa öpüşmek İsveç’te lezbiyenlik göstergesi değildi. Fakat ben bunu o iki güzel kızı kendi haline bıraktıktan çok sonra öğrenebildim.

Gece eğlenmek için gittiğiniz caddenin ismi “Göt” olunca gecenizin boktan geçmesi de kaçınılmaz oluyor sanırım.

Kızları kadar müzeleri de güzel Stockholm’ün Vasa Müzesinde denizin dibinden çıkarılan 400 yıl önce batmış büyüleyici savaş gemisi görülmesi gerekenlerden.


Tek parça halinde denizden çıkarılan inanılmaz büyüklükteki ve olağanüstü ihtişamdaki gemi, Kuzey Avrupalıların atalarının denizlerin hakimi Vikinglilere dayandığının bir başka göstergesi.  

Öğlen 2’de güneşin battığı Ocak ayı, İsveç’e gelmek için en uygun zaman sayılmazdı aslında. Bu sebeple öğlen 3’te gece yarısı gibi karanlıklaşan şehirde, Hintli oda arkadaşım Venu’yle saat 6 civarı içmeye başlamamız makul görülebilir gibi. Venu’yle aslında İsveç’e gelmeden bir hafta önce Danimarka’da tanışmıştım ve aynı rotayı takip ettiğimiz için Stockholm’de tekrardan buluşmuştuk. Buzun yalnızca kokteyle atılan bir şey olmadığını ve sokakta da oluşabileceğini fark edebilmesi açısından Venu’nün Stockholm’e Ocak ayında gelmesi iyi olmuştu. Zira Hindistan’da 20 derecenin altını görmemiş biri için kar görmek, algıyı allak bullak eden bir şey olsa gerek.
Efe & Venu

Coğrafi konumundan ötürü yazın batmak bilmeyen güneş, kışınsa kendisini pek göstermediği için aylarca süren kasvetli havadan ötürü Avrupa’nın depresyon oranı hayli yüksek ülkelerinden biri İsveç. Bu kasvetli havanın da etkisiyle diğer İskandinav ülkeleri gibi İsveç de metal müziklerde çok başarılı ama kaldığımız bir hafta bizim o kasvet dozajını yakalamamız için yeterli olmadığından, Stockholm’den kendimizi metal müziğe kaptırmadan ayrıldık.



Bir sonraki ziyaret ise kesinlikle kış aylarında olmayacak!


Efe TANAY

ASYA’NIN ORMANLARINDAKİ BİR BUDİST TAPINAĞINDA GEÇEN 5 GÜN

Günde 17 saat yemek yememek, gece 3.30’da güne başlamak, 6 saat meditasyon – 4 saat dua, yataksız/çarşafsız bir şekilde yerde uyumak, dünyayla iletişimden tamamen uzak olmak, kaldığım Budist Tapınağının temel kurallarından yalnızca bir kaçıydı.

31 yaşındaki bu yüksek kıdemli rahip, son 6 yıldır günde yalnızca bir öğün yemek yiyormuş ve her yılın 6 ayını bir göz odadan günde sadece bir kere çıkarak geçiriyormuş.

Güneydoğu Asya’nın ekonomisi, kendisi ve şöhreti ufak ülkesi Laos, her geçen gün güzelliği daha fazla fark edilen ve keşfedilmeyi bekleyen bakir yerlerle dolu ve dünyanın geri kalanından apayrı bir coğrafyanın parlamakta olan incisidir.

Yeryüzünde dinler yüzyıllarca baskın oldukları coğrafyalarda yoğunlaşmış ve geri kalan bölgelerde de pek bilinmez kalmışlardır. Avrupa ve batısında çoğunlukla Hıristiyanlık, Ortadoğu ve doğusunda çoğunlukla Müslümanlık ve Uzakdoğu’da da daha ziyade Budizm, Hinduizm gibi dinler etkili olmuştur. Biz bulunduğumuz coğrafya açısından Hıristiyanlarla ve Musevilerle yaşamışız ancak Uzakdoğu dinleriyle pek temas etmemiş olduğumuzdan, Uzakdoğu dinlerine hem Türkiye, hem de Avrupa’nın geri kalanı pek yabancı kalmış.

Turist olarak Güneydoğu Asya’da Budizm’in en yaygın olduğu ülkelerden biri olan Laos’a gitmişken Budizm hakkında kitaplardan elde edebileceğimden çok daha farklı bir bilgi edinmek, Budizm’i kendi topraklarında yaşayarak öğrenmek istedim. Laos'taki 3. gününde başkent Vientiane yakınlarda bir ormanın içerisinde bulunan, ülkenin Ulusal Meditasyon ve Rahip Yetiştirme merkezinde Budist rahiplerle birlikte yaşayarak inanılmaz bir tecrübe yaşama fırsatı yakaladım.

Tapınağın giriş yolunda, sabah 5'teki kahvaltımız için yemek toplamadan dönerken.
(Ellerimizdekiler yemek kaplarımız)

Bu ismi bile pek duyulmamış ülkedeki bir Budist tapınağında yaşamaya karar verdiğimi Türkiye’deki arkadaşlarıma söylediğimde, her seyahatimdeki çılgınlıklarımı bilmelerine rağmen, "delisin sen" dediler. Fakat cesaret edip de gittiğim bu ilginç yerde hayatımın en ilginç tecrübesini yaşadım.

Şehir merkezinde curcuna içerisindeki otogardan zorlukla ayarladığım ve neredeyse parçalanmak üzere olan eski püskü bir arabayla vardım “wat bana ko noi” Budist tapınağına. Yanıma yalnızca birkaç gerekli şey ve fotoğraf makinemi almıştım, geri kalan eşyalarımı da “Dünya’nın her yerinde bir dönerci vardır” ilkesini canlı tutan, ülkedeki tek kebap restoranı işletmecisi İdris abiye bırakmıştım. Hatta 5 yıldır Laos’da yaşan İdris abi bile, tapınakta rahiplerle kalma fikrime inanamadı. “Tapınakta kalmak için kabul edilmezsem birkaç saat sonra dönerim, yoksa 5 gün sonra görüşürüz” diyerek kebapçı İdris abinin yanından ayrıldım. 5 gün sonra döndüğümde ise İdris abi belki bıraktığım gibiydi ama benim için hayata dair birçok şey artık çok farklı bir anlam kazanmıştı.

Günde yalnızca iki öğün yemek yenilen, öğlen 12’den sonra ertesi gün saat 5’e kadar yemek yenmeyen, günün ilk öğünü olan kahvaltıya kadar yalnızca içecek içilebilen, günde 6 saat meditasyon, 4 saat dua ayini yapılan, her gün aynı kıyafeti giyip, yalnızca halının üzerinde uyumama izin olan ormanın içerisindeki bu tapınakta, hem kurallar sayesinde, hem de beraber yaşadığım Budist rahiplerden, çok şey öğrenmiştim. Yalnızca bedeni ve ruhu terbiyeden çok daha fazla bir tecrübeydi. Hepsinden önemlisi Budizm’i, Budizm hakkında fikir sahibi olunabilecek en iyi yerde gözlemliyordum.

Esnek bir anlayışa sahip Budizm’de hiçbir şey zorunlu değildir. Dolayısıyla sizin yaptığınız sizi bağlar. Zira neyin iyi neyin kötü olduğunu kişiler kendileri kavrayabilirler ve Budizm’de kişinin yaptığı şeylerin kendi değerini belirlediğine inanılır. Yani bizdeki “İyilik eden iyilik bulur” anlayışından çok da farklı değildir. Her kural tavsiye niteliğindedir ve yanlış bir şey yapıp yapmadığınızın siz her zaman farkındasınızdır ve bu da yeterlidir çünkü başarınızın da, başarısızlığınızın da sebebi yaptığınız iyilik ve kötülüğün dengesindedir. Dolayısıyla iyi bireylerin endişelenmesi gereken şeyler daha azdır.

Odam ve oda arkadaşlarım.

TAPINAĞA VARIŞIM VE KABUL TÖRENİM

Beni tapınağa getiren harap haldeki araçtan inip, etrafta şaşkınlıkla dolaşırken, dua seslerinin geldiği yöne gidip kalabalığın arasına karıştım ve hiçbir kelimesini anlamadığım bu dilde yapılan dini törene onların yaptıklarını taklit ederek ayak uydurmaya çalıştım. Her ne kadar sanki her gün oraya gelip dua eden biri gibi aralarına karıştığımı sansam da her halimden belliydi yabancı olduğum. Tören biter bitmez başrahip yanıma gelip benimle tanıştı ve orada “Bay” adındaki genç bir misafir budistin tercümesi sayesinde konuşmaya başladık. Başrahibe tapınakta bir süre yaşamak istediğimi söylediğimde bana budist olup olmadığımı sordu, neden kalmak istediğim ve bu benzer sorular sorarak beni tanımaya çalıştı.

Kendisine, Budist olmadığımı ama Budizm’i öğrenmek ve tecrübe ederek yaşayışlarını görmek istediğimi söylediğimde, söylediklerimi tercüme edecek olan Bay şaşkınlıkla bana bakakalmıştı. Zira “Budist olmak istiyorum” deseydim her şey daha kolay olurdu ama aynı zamanda yalan da olmuş olurdu. Fakat tapınakta kalıp kalmayacağıma karar verecek olan rahip, şöyle bir bana baktıktan sonra, İngilizce olarak “Tamam kalabilirsin” dediğinde Bay duruma bir hayli şaşırmıştı doğrusu. Muhtemelen dürüst olmam ikna etmişti rahibi çünkü Budizmde yalan en kabul edilmez yanlışlardan biriydi.

Ardından orada giyeceğim giysilerim teslim edildi, kalacağım yer gösterildi, yapmam gerekenler ve uymam gereken kurallar anlatıldı. Bunları kabul ettiğimi söyledikten sonra da tapınakta kabul törenim yapıldı ve artık 50 kadar rahiple beraber, Laos’un başkenti Vientiane yakınlarındaki bir ormanın içerisinde 5 günlük deneyimim de başlamıştı.

Köylülerden yemek toplarken


Phouvieng ölü yakım yerinin içinde meditasyon yaparken.


TAPINAK HAYATI

Yılda yalnızca birkaç yabancının kabul edildiği tapınakta benden 1 ay önce bir İrlandalı kalmış ve ilk kabul edilen Türk de bendim.

Tapınakta sabah 3.30’da kalkılıp 1,5 saat toplu dua ediliyor, ardından civarda bulunan evler ziyaret edilerek köylülerden yemek toplanıyor ve sabah 5 gibi bu toplanan yemekler kahvaltıda yeniliyor, hemen ardından 2 saat meditasyon, sonra öğlen yemeği ve tekrar 2 saatlik meditasyon ardından, 2 saat toplu dua ve tekrar 2 saatlik meditasyon şeklinde bir düzen mevcuttu. Tüm bu koşuşturmacaya bir de öğlen 12’den sonra yemek yememek ve yalnızca günlük 5 saatlik uyku da eklenince bünyeniz size biraz sitem etmeye başlıyor aslında. Kaldı ki bir yastık ve pike ile birlikte direk olarak halının üzerinde yatıyor olmanız da yaşantınızı pek kolaylaştırmıyor.

Sol tarafta ölü yakım yeri, sağ tarafta meditasyon yaptığımız alan. (görüntü kayması panoramik çekim yüzünden)

Tapınakta yalnızca bir tane rahip iyi İngilizce konuşabiliyordu, o da Avustralya’da doktora yapmış, oldukça bilge biriydi ve adı Phouvieng olan bu rahip aynı zamanda benim “Vipassana” meditasyonu hocamdı. Meditasyon saatlerinde iyice kaynaşıp, uzun muhabbetler etmeye başladıktan sonra Phouvieng’e meditasyonun yaptığım okçuluk sporunda bana faydasının olabileceğini ve daha iyi öğrenmek istediğimi söyledim. O da bana meditasyonun en ince ayrıntılarını göstermeye başladı. Son 3 gün, öğlen saatlerindeki dualara da katılmayarak zamanımı daha çok meditasyona ayırmaya başlamıştım. Hiç anlamadığım bir dilde dua dinlemektense hayatın içerisinde de kullanabileceğim meditasyonu öğrenmek daha cazip gelmişti.

Ölü yakım yerinin içinde ve yakınında gece meditasyonumuz. Solda bayan rahibelerden biri görülüyor.

İlk 1 saat uzunluğundaki meditasyonum.
Budizm inancına göre ölüler gömülmez, yakılırlar ve külleri serpilir. Bu tip yakma işlemleri de genellikle tapınaklarda yapılmaktadır. İşte benim kaldığım tapınakta da bu ölü yakım yeri (Krematoryum - Yakmalık) tam benim odamın ilerisinde, meditasyon yaptığımız yerin de hemen yanında yer alıyordu. Phouvieng Meditasyona başlamamın ikinci gününde beni ölü yakım yerinin hemen yanında ağaçlar arasında bir yere götürdü ve orada 1 saat meditasyon yapmamı söyledi. Meditasyonum bittiğinde yanıma gelip, 3 hafta önce trafik kazasında ölen birinin külleri üzerinde meditasyon yaptığımı söylediğinde o an için aslında pek de ürkütücü gelmemişti bu durum. Phouvieng’e benim yakım töreni görebilmemin mümkün olup olmadığını sordum. “Tabi, neden olmasın ama birinin ölmesi gerekir” dediğinde, böyle bir şeye şahit olmamın birinin ölümüne bağlı olması gerçeği hiç hoşuma gitmemişti. Orada kaldığım süre boyunca da civar köylerde kimse hayatını kaybetmediği için ölü yakım töreni olmamıştı. Son günümde Phouvieng’le otururken, “Aslında ölü yakım ayinine katılmadığıma sevindim” dediğimde, Phouvieng “Zaten buralarda insanlar uzun yaşarlar, pek zor ölürler” diye şakayla karışık bir cevap verdi.

Belki bir cenaze törenine şahit olmamıştım ama çok daha ihtişamlı ve de neşeli olan büyük bir seramoniyle 4 kişinin rahipliğe katılma törenini izleme fırsatı yakalamıştım. Çok nadir gerçekleşen bu törene yalnızca 5 günlüğüne oraya gitmiş biri olarak denk gelmiş olmam büyük bir şanstı. Ayrıca Phouvieng’in tören esnasında beni tapınağın ana binasının içine sokması sayesinde de tüm seramoniyi baştan sona gözlemleyebilmiştim. Kadınların ve düşük mertebeli rahiplerin giremediği tören alanına bir şekilde girebilmiştim ve rahipliğe kabul edilen bu kişilerin hayatlarının dönüm noktası olan bu ana şahitlik etmiştim.

Tapınağın içi

Phouvieng ile beraber. 
Budistler dürüst, iyi niyetli, kendilerine zarar veren böcek veya hayvanların bile canını yakmayan, haklarında bilgi sahibi olan hemen herkesin pek düzgün insanlar olarak tanımlayacağı kişilerdir. Fakat nihayetinde onlar da insan ve insanın olduğu yerde çatışma kaçınılmazdır. Ancak aynı yerde yaşayan böyle kalabalık bir gruba göre oldukça huzurlulardı.


Budizm'i bir din ya da sadece bir felsefe olarak kabul etmek mümkün fakat hoşgörü ve saygı üzerine kurulu 2.500 yıllık tarihe sahip bu öğretiyi yerinde öğrenmek beni bütün önyargılarımdan arındırdı.




Efe TANAY

  • @efetanay

KAMBOÇYA’NIN GİZLİ GÜZELLİĞİ




Kho Rong adası, Kapitalizmin henüz ağını atmadığı, yolun, internetin veya hiçbir aracın olmadığı, gece 12’de elektriklerin kesildiği ama hayatın devam ettiği Kamboçya’nın yeni fark edilen güzelliklerinden biri. (fotoğrafın sağ tarafında oda arkadaşım Nitzan)



Yalnızca kıyafetin modası yoktur, yedikleriniz, okuduklarınız, izledikleriniz ve hatta seyahat ettiğiniz yerler bile aslında popüler kültürün size moda olarak sunumudur. Pek az insan etrafındakilerin gitmediği bir yere tatile gitmeye cesaret eder çünkü modaya uyarlar ve revaçta olan yerleri tercih ederler. İşte bu sebepten dolayı dünya üzerinde cennet kadar güzel olup da hala sessiz, sakin olan birçok tatil noktası bulunmaktadır.

7 Ülkeyi kapsayan bir tura çıkmıştım ve haftalardır yolda olmanın verdiği yorgunluğu atmak için Kamboçya’nın Shionoukville sahili açıklarında, dünyanın geri kalanından tamamen soyutlanmış Kho Rong adasından daha iyi bir yer olamazdı. Süt beyaz kumsalı, mükemmel denizi ve oksijen kaynağı ormanıyla aslında daha fazlasını isteyemeyeceğiniz bir yerde, hem de bedavadan ucuza, kusursuz kadar iyi bir tatil fırsatı eminim sizin de kulağınıza hoş geliyordur.

Kho Rong’da İsrailli bir arkadaşımla kalıyordum ve benden bir gün sonra 2 Fransız ve 1 de Hollandalı arkadaşım gelmişti. Birkaç gün önce tanıştığım 2 Alman kızsa zaten adadaydılar. Telefonun çekmediği bu küçük adada birbirimizi kolayca bulmuş, güzel bir ekip olmuştuk.

Adaya geçmeden önce Shionoukville'den bir gece.
(Sağ yukardaki benim)

Tek başına seyahat etmenin en güzel yanı insanlarla tanışmaya daha açık olmanızdır. Bende tek seyahat eden biri olarak, Birleşmiş Milletleri aratmayacak bir arkadaş ortamının içinde bulmuştum kendimi.

Adada genelde Avustralyalı, İngiliz ve Fransızların işlettiği oteller vardı ama adanın kaldığım bölgesindeki en öne çıkan oteli Türkler işletiyordu. Dünyanın öbür ucunda bilinmeyen bir adadaydım ama burada da Türklerle karşılaşmıştım.

Türklerin işlettiği COCO'da, soldan sağa, Türk, 2xAlman, Hollandalı, 2xFransız, İsrailli. (Efe, Lena, Evelyn, Laura, Alexandra, Ulysse, Dori)


Geceleri ışık kirliliği olmadığı için mükemmel şekilde parlayan yıldızların altında bira içmek ve suyun içinde hareket ettiğinizde parlayan planktonların olduğu o sıcacık denizde yüzmek hayatım boyunca unutamayacağım tecrübelerden.



Fotoğrafta arkamda görünen adaya daha önceden yüzmüş birinin olduğunu duyunca "Kesinlikle ben de yüzmeliyim" dedim. Son güne kadar bana eşlik edecek birini bulamayınca da tek başıma yüzüp geri geldim. Bu kimsenin yaşamadığı ufacık adacığın ortasında gizemli bir havası olan Budist Tapınağı vardı ama fotoğraf makinemle gidemediğim için fotoğrafını çekemediğim o görüntüler hafızamın unutulmaması gerekenler bölümünde yerini almış durumda.

Yeryüzünde keşfedilmeyi bekleyen bu kadar çok güzellik varken belki Kho Rong adasına bir kere daha gidemem ama her zaman gülümseyerek hatırlayacağıma eminim.


 Efe TANAY
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...